Kemal Kılıçdaroğlu, T24’te çarpıcı bir yazı kaleme aldı. Kılıçdaroğlu, 25 Temmuz 2016’da Saray’a yaptığı ziyareti anlattığı yazısının son bölümünde “Geçmedim muhannet köprüsünden su apardı beni, Yatmam çakal yatağında, aslanlar yese beni…” ifadelelerini kullanması dikkat çekti.
Kılıçdaroğlu’nun yazısının tamamı şöyle:
Tek bir yüzükten, saraydaki saltanata…
“Kıymetli dostlar, bu yazımda sizlere, Türkiye Cumhuriyeti’nin nasıl bir bela ile karşı karşıya olduğunu 10 maddelik bir yazı ile anlatmaya çalışacağım.
Son yıllarda “güç zehirler, mutlak güç mutlaka zehirler” cümlesi en çok tekrarlanan cümlelerden biridir. Mutlak zehirlenmeyi ve yozlaşmayı getiren güç odağının oluşmaması için demokrasiyle yönetilmeye ihtiyacımız var. Yüzyıl önce bütün saray düzenini yıkan, bizi teba olmaktan çıkarıp birey ve millet olabilmek için, eşi benzeri görülmemiş bir savaş veren ulusumuz, bugün yine ciddi bir tehlikeyle karşı karşıyadır.
“Saray, monarşik ve otokratik yönetim biçiminde devlet sisteminin merkezidir. Saray sözcüğü hem hükümdarlık makamı ve kurumsal çevresini hem de mekânını içeren soyut ve somut anlamlar taşır.” Bu tanımlama Dr. Nesrin Taşer’in bilimsel bir makalesinde yer alıyor. (Türk Kültüründe Saray Kavramı ve Geleneksel Saray Mimarisinin Gelişimi)
Cumhuriyetle birlikte “saraylar” gitmiş, genç cumhuriyetin kalbi; aklı, bilimi ve mütevazılığı önceleyen “Çankaya Köşkü”nde atmaya başlamıştı… Erdoğan’a kadar bütün Cumhurbaşkanları Çankaya Köşkünde görev yaptılar. Ancak Erdoğan “Çankaya Köşkü’nü küçümsemiş, otokratik rejimle birlikte “Saray”dan Türkiye’yi yönetmeye başlamıştı. O kadar ki kendisini devlet yönetiminde “tek otorite” olarak görmüş ve bunu geniş kitlelere benimsetmek için de çaba harcamıştı. Anayasa değişikliği ile birlikte amacına büyük ölçüde ulaşmış, sadece yürütme organını değil, yasama ve yargı organını da kontrol eder noktaya gelmişti. Böylece Ak(!) Parti zamanla Baasçı bir partiye dönüşmüş ve Erdoğan artık “Ben devletim – devlet benim” deme noktasına gelmişti… Bunu bugün Erdoğan ve çevresi değişik şekillerde dillendirmekten çekinmiyorlar.
Bugün saray deyince aklımıza ne geliyor?
Bir kişiye teslim edilen devlette; yozlaşmayı, çürümeyi, adam kayırmacılığını, sorumsuzluğu, yalancılığı, israfı hepsini görüyoruz. Daha acı olanı ise bu ortamı oluşturan aktörlerin sarayda ve onun oluşturduğu bürokraside de itibar görmesi… Açıkça söylemek gerekiyorsa bu, ahlaksızlığın devlet katında kurumsallaşması demektir. Biliyorum bazı okurlar bu eleştiriyi çok sert bulabilirler. Ama maalesef gerçekler acıdır ve o gerçekleri unutmak gibi, kabullenmek gibi bir lüksümüz de yoktur.
Gelin isterseniz hafızalarımızı tazeleyelim…
Merkez Bankası’nın kasasından 128 milyar dolar birilerine satıldı… Kimlere satıldığını ve kaç liradan satıldığını bilen yok… Erdoğan önce bunu yalanladı, sonra 3,5 ayda 5 farklı cevap verdi. Son yanıtı ise şöyleydi “Merkez Bankası’nın rezervlerinin nerede olduğu sorulur mu?” Bana göre tek adam rejiminde verilmesi gereken cevap buydu… Siz kim oluyorsunuz da 128 milyar doları soruyorsunuz? Evet, biz kim oluyoruz da milletin hakkını hukukunu koruyor, savunuyorduk?
Erdoğan, devlette liyakati sıfırlayan kişidir. Siz; dünyanın herhangi bir ülkesinde, rüşvet alan birilerinin büyükelçi atandığını duydunuz mu? Duymadınız… Ama Türkiye’de rüşvet aldığı bilinen ve kanıtlanmış kişilerin TC devletinin büyükelçisi olarak atandığını biliyoruz. Bu büyükelçilerin devlet sırlarını parayla satmadığını kim garantileyebilir? Yanıt, hiç kimse… Ama ahlaksızlığın kurumlaştığı ülkelerde bunlar bir süre sonra olağanlaşır. Sarayın ülkemizi getirdiği durum da budur.
Saray bugün yolsuzluğu, rüşveti kendine hak bilip, “Oğlum paraları sıfırladın mı?” diyenlerin yeridir. Bakanların yolsuzluk dosyalarını TBMM’de kapatan organdır. Rüşveti meşrulaştırmak için, yöneticilerin de hakları olduğunu savunan saray ilahiyatçıları çıktı.
Saray bugün, beşli çetelerin, ihale takipçilerinin karargâhıdır. Saray, kamu ihale yasasına tabi değildir. Kamu ihale mevzuatında da 199 kez değişiklik yaparak, istediği ihaleyi istediği kişiye, firmaya verme özgürlüğüne sahiptir. Çünkü Saray, “devletin malı deniz…” anlayışına sahiptir. İsterseniz Türk Dil Kurumu bu atasözünü nasıl yorumluyor, O’na bakalım… “Devletin malı deniz, yemeyen domuz” atasözünün anlamı şudur. “Devlete hıyanet etmeyi sanat hâline getirenlere göre devletin bitmez tükenmez malı vardır. Yolunu bulup ondan aşırmayan budaladır.”
Devlet saray tarafından böyle yönetilince, yönetenler de nemalanıyor… ABD Başkanı Donald Trump, Erdoğan’ı “mal varlığını araştırırım” diye tehdit etti. Erdoğan; tehdide karşı, “araştırmazsanız namertsiniz… Benim verilemeyecek hiçbir hesabım yoktur” diyemedi. Mal varlığı dolayısıyla bir devletin yöneticisine şantaj yapılıyorsa o devletin yöneticisi bir milli güvenlik sorununa dönüşür. Dolayısıyla saraydaki Erdoğan’ın malvarlığı bugün için bir milli güvenlik sorunudur.
Sarayın hukuk anlayışında adalet kavramı; adamına, olayına göre değişir. Çünkü hukukun üstünlüğü kavramı işlemez. Sarayın üstünlüğü kuralı geçerlidir. Örneğin Yüksek Seçim Kurulu’nun seçilmesinde hiçbir engel yoktur kararı üzerine seçime giren ve kazanan, TBMM’de İnsan Hakları Komisyonu’na seçilen Can Atalay hapisten çıkamaz. Anayasa Mahkemesi kararları uygulanamaz. Biliyorum, bazılarınız “Anayasa Madde 138” diyeceksiniz… “Anayasa Madde 157” diyeceksiniz… Anayasa Mahkemesi kararları yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlar diyeceksiniz… Ben de biliyorum ama sarayın hukuk anlayışında saray, anayasayı dilediği gibi yorumlama özgürlüğüne sahiptir(!) Saray adalet duygusuyla değil, intikam duygusuyla hareket eder. AİHM (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi) kararlarına uymamak ise (Osman Kavala, Selahattin Demirtaş) artık klasik bir saray geleneğine dönüşmüş durumda. Ver tazminatı, kararı uygulama… Çiğdem Mater Utku, Mine Özerden ve Tayfun Kahraman saray hukukunun (!) GEZİ mağdurları…
Adli Tıp Kurumu, 100 yılı aşkın tarihi ile Türkiye’nin saygın kurumlarından biridir. Adalet Bakanlığı’na bağlıdır. Hapisteki bir hükümlünün sağlık durumuyla ilgili kararı yöneticileri bağlar. Erdoğan, Adli Tıp Kurumu’nun raporuna rağmen eski paşaları hapiste tutuyorsa, yani intikam duygusuyla onların hapishanelerde ölmesini istiyorsa, bu insanlık değildir. Bu bir öç alma kararıdır. Oysa bu dava FETÖ’cülerin açtığı, paşaları yargılayıp mahkum ettiği bir kumpas davasıydı… Hepimiz çok iyi biliyoruz ki adaletin olmadığı yerde ahlak da yoktur.
Ahlaksızlığın kurumsallaştığı yerde, yöneticilerden adaleti, yasalara uymayı, hakkı hukuku gözetmeyi ve vicdani kanaat oluşturmayı bekleyemezsiniz. İktidarda kalmak için seçimlerde sahte videolar üretmek, açıkça söylemek gerekiyorsa sahtekârlık yapmak sarayın ahlak anlayışının somut bir göstergesidir. Hele hele bunu televizyonlara çıkıp itiraf etmek tam bir yüzsüzlüktür, utanmazlıktır. Üzülerek ifade edeyim ki sarayın ahlak anlayışı budur. Bu anlayışın hiçbir dinde, inançta yeri yoktur…
Saray; 5’li çetelerin, hak yiyenlerin, kara para aklayan uyuşturucu baronlarının, dolarla TC vatandaşlığını satın alanların güç aldıkları bir merkeze dönünce sarayın adını “külliye” olarak değiştirmek zorunda kaldılar. Çünkü “külliye” tanımı farklıydı… Türk Dil Kurumu’na göre külliye, “Bir caminin çevresinde cami ile birlikte kurulmuş medrese, imaret, sebil, kitaplık, hastane gibi yapıların tümüne verilen ad” olarak tanımlanmıştı… Ama saraya külliye demek yapılar topluluğuna uhrevi bir anlam katmak sonucu değiştirmiyordu… Çünkü gerçeklerin ortaya çıkma gibi acımasız bir huyu vardı…
Saray, açıkça ifade edelim ki; aklı, bilgiyi, hoşgörüyü, alçak gönüllülüğü değil; lüksü, şatafatı, israfı ve kuralsızlığı ilke edinmiş bir anlayışın merkezine dönüşmüştür. Böyle bir merkezin Türkiye’ye vereceği hiçbir şey yoktur. Böyle bir merkezin aktörleri asla ve asla akli ve vicdani bir sorgulama yapamazlar. Çünkü kibirleri buna engeldir. Dolayısıyla hiç kimsenin bu anlayışa yani saraya meşruiyet kazandırma hakkı yoktur.
Sarayda bir gün…
Saraya bir kez gittim… 15 Temmuz darbe girişiminden 10 gün sonra, 25 Temmuz 2016 tarihinde… Bir darbe girişimi olmuş, daha şehit olanların, yaralıların sayısı tam bilinmiyor. Hayatını kaybedenlerin sayısının 400’ün üzerinde olduğu söyleniyor… Yaralıların sayısı tam belli değil, Ankara hâlâ barut kokuyor… Güvenlik önlemleri her alanda görülüyor… Erdoğan’ın daveti üzerine 25 Temmuz 2016 tarihinde saraya gittim… Toplantıya Başbakan Binali Yıldırım, ben, Sayın Devlet Bahçeli, Cumhurbaşkanı Genel Sekreteri Sayın Fahri Kasırga ve Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü Sayın İbrahim Kalın katılmıştı… 2 saat 40 dakika süren toplantıda darbe girişimi ve sonrası ele alındı.
Samimi söylemek gerekirse defalarca bürokrat ve siyasetçi olarak gittiğim Çankaya Köşkü’nün ağırlığı yoktu… Tarih yoktu… Çankaya Köşkü’ne girdiğinizde devletin kuruluşundaki atmosferi hissedersiniz. Sarayın bende yarattığı izlenim, bir kamu binasından çok, lüks ve ihtişamlı odaları ve yurt dışından getirildiği söylenen ve pahalı mermerlerden oluşan koridorları ile insanı rahatsız edici bir otel atmosferiydi… Erdoğan’ın bugün otururken neredeyse içinde kaybolacağı altın yaldızlı ihtişamlı koltuğu yoktu. Yoksulluğun, işsizliğin kol gezdiği Türkiye’de o lüksü, debdebeyi unutamam. Toplantı sırasında çay dışında sarayın fırınında piştiği söylenen sıcak kurabiyeler geldi… Çayımı içtim ama bu lükste bu kurabiyeler haramdır diye yemedim… Evet, yoksulluk içinde verilen bir milli kurtuluş savaşını ve o savaşın kahramanlarını düşündüğünüzde bu şatafatlı yaşam bize yakışmıyor… Ve bir daha da Sayın Bahçeli’nin sık sık gittiği saraya gitmedim ve hiçbir davete katılmadım.
Yani kıymetli dostlarım, ben Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı olduğumda, karşımda devletleşmeye başlamış 10 yıllık bir iktidar vardı. 15 Temmuz’dan sonra bu devletleşme süreci hızlandı ve kısa süre içerisinde tamamlandı. Ben, rahmetli Demirel, rahmetli Erbakan, rahmetli Ecevit gibi demokrasiyi içselleştirmiş bir siyasi rakiple değil, yargısıyla, askeriyesiyle, istihbaratıyla “BAAS” partisi benzeri, devletleşmiş bir yapıyla mücadele ettim. Ama şunu bilmenizi isterim;
“Geçmedim muhannet köprüsünden su apardı beni,
Yatmam çakal yatağında, aslanlar yese beni…”